ChatGPT’ye aynı hikayeyi 3 farklı yazarın üslubuyla yazdırdım
ChatGPT’ye kısa bir durum verip, bu durumu 3 farklı yazarın üslubuyla yazdırdım: Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Nihal Atsız… Ve sonuç: Efsane!
ChatGPT’ye kısa bir durum verip, bu durumu 3 farklı yazarın üslubuyla yazdırdım: Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Nihal Atsız… Ve sonuç: Efsane!
Durumumuz şu:
“Yıllar önce ayrılmış iki sevgili tesadüfen bir kafede karşılaşırlar. İkisinin de birbirine söylemek istedikleri vardır.”
#ChatGPT’ye verdiğim talimat da bu veriden hareketle, ilgili yazarın üslubuyla kısa bir hikaye yazmasıydı.
Yazarları üslubuna aşina olduğum ve üslupları arasında fark edilir nüanslar barındıran isimlerden seçtim.
Karakterlerin isimlerinin seçiminden hikayeye giriş tarzına, karakterlerin ayrılıklarına dair geçmişte yaşadıkları şeylerden şimdiki hislerine kadar, bence çok başarılıydı.
Çok minimal düzenlemeler yaptım, metne müdahaleden çok verdiğim durumun yetersizliğinden kaynaklı küçük düzenlemelerdi.
Yaşar Kemal klasik tasvirli bir açılış, anadolu destanlarından esinlenen bir hikaye yazdı. Sabahattin Ali sanki yeni bir Kürk Mantolu Madonna yazmış, sonu yine büyük hüzün. Nihal Atsız'ın kahramanları da davaya zarar vermemek için ayrılmışlar ve pişman değiller.
Buyrun hikayeler:
YAŞAR KEMAL
Zamanın Tozlu Yolları
Anadolu'nun bağrında, bu toprakların bereketli tozlu yollarında iki sevgili yaşarmış. Bu hikaye, aradan geçen nice yıldan sonra tesadüfen tekrar karşılaştıklarında yeniden alevlenen aşklarını anlatır.
Yıllar yıllar önce, Gülbahar ve Yusuf, birbirlerine olan aşklarını dile getiremez, yüreklerinde saklarlar. Hayatın hilesine bakın ki, ikisi de başka diyarlara savrulmuş, aşklarını yıldızlara emanet etmişler.
Gülbahar’la Yusuf, bir bahar günü, büyük şehrin kargaşasından yorgun argın soluklanmak için girdikleri bir kafede, tesadüfen karşılaştılar. İçlerinde bir yerlerde, birbirlerine söylemek istedikleri sözcükler dolup taştı ama yılların getirdiği yük ve korkuyla, gözlerinde mahcubiyetle bakıştılar.
Gülbahar, Yusuf'u gördüğünde, yüreği bir kuş gibi kanat çırpıştı. Ama korkuyordu. Yusuf ise, Gülbahar'ın gözlerine bakmaya cesaret edemiyor, başını öne eğiyordu. Yılların aşındırdığı yüzlerinde umut ve hüzün dolu çizgiler vardı.
Kafenin köşesinde, narin bir çiçek gibi oturan Gülbahar, Yusuf'a doğru bir adım attı. Titrek bir sesle, "Yusuf... Sana söylemek istediğim bir şey var," dedi. Yusuf, şaşkın ve ürkek bir ifadeyle, "Gülbahar... Benim de sana söylemek istediğim bir şey var," diye mırıldandı.
Gülbahar, kalbi sevdiğinin elinde pıt pıt atan tedirgin bir güvercin gibi, "Yıllar önce, o güzel bahçede seninle gördüğüm rüyayı hiç unutamadım. Her gece yıldızlara bakarak, bir gün seninle yeniden karşılaşmayı hayal ederdim," dedi. Yusuf’un gözleri dolu dolu oldu, "Gülbahar'ım, ben de o günü unutamadım. Yıllar geçse de, aşkımızın ateşi yüreğimde sönmüyor," diye itiraf etti.
İki âşık, zamanın silip süpürdüğü yıllara rağmen, birbirlerine olan sevgilerini yeniden buldular. O günden sonra, birbirlerinin kollarında huzur ve aşkla yaşayacakları bir ömre adım attılar. Anadolu'nun bağrında, aşkın gücüyle yeniden yeşeren bir çiçek gibi, Yusuf ve Gülbahar'ın hikayesi, nesiller boyunca anlatılır oldu.
SABAHATTİN ALİ
Zamanın Tozlu Perdesi
Yıllar önce, o eski küçük kasabada Melek'le yaşadığımız naif ve tutkulu aşk, hayatım boyunca beni takip eden bir hüzün oldu. Feleğin cilvesiyle ayrı düşmüştük ve bir daha haber alamamıştık birbirimizden. Ta ki o tesadüfe kadar...
O gün, kasabanın merkezindeki şirin kafede oturmuştum. İçimde garip bir his vardı, sanki zamanın üzerimize örttüğü tozlu perde kalkacak gibiydi. Birden Melek'le göz göze geldik ve her şey durdu sanki. Yılların özlemi ve onca hatıralarımız gözlerimde canlandı.
Belli belirsiz selamlaştık. Sonra cesaretimi toplayıp gittim yanına, oturdum. Eski günleri yad etmeye başladık. Melek, “Evlendin mi?” dedi. Evliliğim adeta itiraf ettim, sanki bir ihaneti açıklıyor gibi sesim içime doğru çınladı. Ne var ki, mutsuz olduğumu ve onu unutamadığımı da dile getirdim.
Melek “Ben evlenmedim.” dedi. İçimde bir yıldırım düştü. Ona yıllardır söylemek istediğim şeyler vardı. Ailemin baskısı yüzünden evlenmek zorunda kaldığımı ve Melek'e olan sevgimi hiçbir zaman kaybetmediğimi bağıra bağıra anlatmak istiyordum. O da, içinde büyüttüğü kırgınlığı ve bana olan özlemini bağırsın çağırsın istiyordum.
O kısa an, hatıraların birer birer masadan yere düşüp kırıldığını hissettik sanki. Olan olmuştu. Gözlerimizde birbirimize olan sevgiyi ve özlemi hâlâ görebiliyorduk. Fakat ikimiz de artık farklı hayatların içindeydik ve geri dönmek mümkün değildi.
Kahve fincanlarının dibinde kalan son yudumları alırken, gözlerimden süzülen yaşları da yüreğime döktüm. Birbirimize sarılarak vedalaştık ve o kafeden ayrıldık. Belki de bu hayatta son kez Melek'in gözlerinin içine bakarak, yıllar yılı söylemek için beklediğim şeyi söyledim: Beni affet.
NİHAL ATSIZ
Göksel ve Ayşegül’ün Destanı
Zamanın ötesinde yaşanan, anıların derinliklerinde kalan puslu bir dönemde yaşandı bu desten. Göksel ve Ayşegül kalplerindeki sevdayı hatıraların arasına sakladılar, tozlanmaya bıraktılar. Birbirlerini çok severken ayrılmak zorunda kalan her âşık gibi yanıp yakıldılar ama her kahraman gibi birbirlerine söylemek istediklerini dağlara taşlara, şarkılara şiirlere emanet ettiler.
Yılar sonra, kırlangıçların şarkıları eşliğinde, yaşlı kavakların gölgesinde ve mavi gökyüzünün altında, bir kahvede karşılaştılar. İçlerinde birbirlerine söylemek istedikleri o kadar çok şey vardır ki, kelimeler yetmez sandılar. Birbirlerine bakarak ve sadece susarak zamanın nasıl acımasızca geçtiğini anladılar.
Göksel, uzun süre sessiz kaldıktan sonra yavaşça Ayşegül'e döndü ve gözlerinin içine bakarak, "Ben hep seni düşündüm," dedi "Yıllar boyu, uykusuz gecelerde, fırtınalı denizlerde, savaş meydanlarında... Her an senin hatıran yanı başımda oldu. Yıllar geçtikçe, seninle yaşadığımız güzel günler benim en büyük sığınağım oldu."
Ayşegül, Göksel'in sözlerinden sonra gözlerinde yaşlarla gülümsedi ve "Biliyor musun?" dedi "Ben de seni hiç unutmadım. Zaman ne kadar acımasız olsa da, seninle yaşadığımız anılar kalbimde taze kaldı. İçimde bir umut ışığı yanıyor ve onunla aydınlanıyordum. Seninle bir gün yeniden karşılaşacağımızı hissediyordum."
Göksel Ayşegül’e kitabını verdi. Kitap, davası uğruna kavuşamayan iki sevgiliyi anlatıyordu. Kitabın sonunda iki sevgili kavuşamıyordu, dava zarar vermektense kendilerini feda ediyorlardı. Ayşegül “Okudum, hem de kaç kere.” dedi. Göksel hep aklındaki o soruyu nihayet Ayşegül’e sordu: “Sence kitap nasıl bitmeliydi?” Ayşegül cevap verdi: “Böyle, bittiği gibi.”
İki sevgili yıllar önce verdikleri kararın hâlâ doğru karar olduğuna hemfikirdi. Davaya zarar vermektense kendilerini feda etmişlerdi. Fakat içlerindeki alev hiç sönmemişti. Kızıl gün dağların ardından batarken birbirlerine sonsuza kadar veda ettiklerini biliyorlardı.